31 Temmuz 2009 Cuma

UFAK BİR ARA...

Yolculuk var bugün;
Güneşe, sahile, denize...

Yemeye, içmeye, dinlenmeye...

Side`ye...............
Cenk

30 Temmuz 2009 Perşembe

Eğitimde Fırsat Eşitsizliği


Sizler buna sömürü diyorsunuz, bizlerse hukuk dilinde gabin. Yani şu : Bir sözleşmede tarafların karşılıklı edimleri arasında açık bir orantısızlık bulunmasıdır. Karşı tarafın özel durumundan aşırı faydalanma olarak da nitelenebilir. Bu aşırı faydalanmadan dolayı sebepsiz zenginleşme kısaca.
Lafı şuraya getirmek istiyorum, eğitim gibi hayati bir ihtiyacı günümüz eğitim kurumları sömürge aracı olarak görmekte. Bu başı bozukluk, bu denetimsizlik, bu dengesizlik artık iyice kontrolden çıkmış düzeyde. Birilerinin bu sisteme, bu gidişata dur demesi gerekiyor. Tabi bu durumda Milli Eğitim Bakanı ne işle iştigal eder? sorunsalı doğuyor, ki bu zaten başlı başına ele alınıp incelenecek bir konu... Geçelim...
Özel dersanelerin çivisi çıkmış durumda sevgili okurlar, hele hele bu dersaneler sınırlı sayıda ve sadece belli sınavlara yönelik eğitim veriyorsa onların durumu tasvir edilemeyecek cinsten. Evet ben son 2 yıldır bu kaosa, bu soyguna bir çok arkadaşımla birlikte tanık oluyorum/oluyoruz
Demin sözünü ettiğim belli sınavlar tahmin ettiğiniz gibi mesleki sınavlar, KPSS, KPDSS, SMMM SB, SMMM YT, SPK gibi... ve taktir edersiniz ki belli bir mesleği icra etmekte olup da o meslekte gidebileceği en ileri noktayı hedefleyen meslek mensupları için olmazsa olmaz türden sınavlar bunlar. Ve bu olmazsa olmaz türden sınavlara sizi hazırlayacak sadece hepi topu 3-5 dersane mevcut. Ve kocamaaaaaan bir pastanın dilimlerini afiyetle kasalarına pardon midelerine indiriyorlar. Rantın büyüklük derecesini üç aşağı beş yukarı gözünüzde canlandırabildiniz umarım.
Peki ne yapıyor bu özel eğitim kurumları? Kendilerine muhtaç, bu sınavları geçebilmek için gereken bilgiyi, eğitimi almak zorunda olan (ki üniversitede aldığınız eğitim bu sınavları kolayca geçmenize asla yaramıyor!) vakti dar ve oldukça kısıtlı, en genel tabirle köşeye sıkışmış adayları itina ile avlıyorlar. Bu avlanma yönteminde alışılagelmiş avlanmanın tam tersi bir strateji mevcut, av avcının ayağına gidiyor ve olaylar gelişiyor... Bu dersaneler fiyat aralıklarını en azami miktarlara taşıyıp öğrencileri/stajyerleri/adayları mağdur durumda bırakıyorlar. Çünkü biliyorlar ki o dersleri ve sınav için gerekli taktikleri sadece onlardan alabiliyorlar. Pazarlık yapmak mümkün değil, tek ders ücretlerini üst üste koyduğunuzda iki paket program fiyatına denk geliyor, ders program tarihleri tamamen abuk sabuk ve tamamen herşey dersanenin yöneticilerinin ve hocalarının keyfiyetine göre ayarlanmış. Sizler sadece bu paraları temin edip, onların istediği saatlerde (ki tekrar söylüyorum dünyanın en saçma ve karmaşık ders programı saatleri bunlar) o dersanenin kapısından içeri giriyor oluyorsunuz... Çünkü mecbursunuz, çünkü onlar da sizi yolunacak kaz olarak görüyorlar ve işlerini başarı ile yapıyorlar.
Bütün bu karmaşa ve soygun neticesinde aldığınız eğitimin de kalitesi tartışılır. Başarı oranları her geçen yıl düşmekte, fiyatlar her geçen yıl artmakta. Bu da şu demek oluyor, eğitim kurumları ilk yıllarda belli bir başarı oranını yakaladıktan sonra bu alanda isim yapıyorlar ve öğrenci çekmeye başlıyorlar daha sonra belli bir porftöyü elde eden dersane fiyatlarını aşırı zamlandırıp eğitim kalitesini düşürmeye başlıyor. Çünkü bir dersanenin en fazla 3-4 şubesi oluyor ve bu 3-4 şubede eğitim veren hocalar maalesef ki hep aynı, bu da şu yüzden, dersaneler pastanın dilimlerini büyük tutabilmek için maliyetleri kısma yöntemine başvuruyor, az hoca, çok şube, çok öğrenci, çok para...
Basit bir örnekle bu şu demek : A dersinin hocası Bakırköyde Cumartesi saat 9-11 arası ders verdikten sonra Mecidiyeköye gidiyor burda da 12-14 arası dersini tamamlayıp Kadıköye geçiyor oradaki dersi de tamamladıktan sonra hoca yetersizliğinden bu kez alanı olmasa dahi B dersini anlatmaya başlıyor. Alanı olmasa dahi cümlesini de en basit anlayacağınız şekilde şöyle açalım : İngilizce hocasının Matematik dersini anlataması gibi.

Durum bu kadar açık ve çirkin.
Eğitim bu kadar düzeysiz ve pahalı.
Öğrenci bu kadar mecbur ve bu kadar mağdur.

Birileri buna gerçekten bir dur desin... Artık dur desin...

Aydan

HOŞGELDİN 3G...

Hoşgeldin 3G...

Ülkemizde var olan 3 operatörümüzün rekabetleri sonucunda nihayet 3G bağlantı hızımıza kavuştuk. Her ne kadar toplumumuzda hala 3G`nin sadece görüntülü konuşmadan ibaret olduğu sanılsada, aslında 3G`nin yüksek hızda internet bağlantısı olduğunu söylemek gerek. Özellikle mobil iletişimi kullanan kişiler için bir devrim niteliğinde. 3G`nin bize sunduğu bazı hizmetlerden bahsetmekte fayda var.
-
Öncelikle yapılan testlerde bir operatörümüz 28,8 Mbps hızına ulaştı. Bu test tabiki hepimiz bu hızda kullanacağız anlamına gelmiyor. Telefonumuzun en fazla çıkabileceği 3G hızına bakmamız gerekiyor. Genelde şuan piyada olan ve çok rağbet gören telefonlar 3,6 Mbps ile 7,2 Mbps hız sunuyor. Telefonumuzun desteklediği en fazla hıza ulaşmak şebeke durumu, ortam ve telefonun performansı ile orantı.
-
3G ile birlikte görüntülü konuşma hayatımıza girdi. Çapkın arkadaşlar artık sevgililerinizden kaçamayacaksınız! Aslında takip için Google Latitude uygun bir program ama kullananlar bilir; o programda kendinizi bir yere sabitleyebiliyorsunuz. Bu problemi görüntü konuşma ile aşan 3G teknolojisine en çok sevinenler sanırım takipçi sevgili mantalitesi taşıyanlar olsa gerek...
Aslında insanlar birbirleriyle görüntülü konuşarak hasret giderilecek densede zaten bu tür görüşmeleri sağlayan sosyal içerikli programlar var internet üzerinde. Bu nedenle görüntülü konuşmanın hasret giderme amacı ile kullanılacağını sanmıyorum.
-
3G`nin bize sunacağı iyi hizmetlerden biride Mobil TV. Her nerede olursak olalım her an telefonumuzdan televizyon seyredebilieceğiz. Hatta yakın zamanda Süper Lig maçlarımızı dahi cep telefonumuzdan izleyebileceğiz. Futbol maçı düşkünleri bu duruma çok sevinecekler.
-
Asıl önemli nokta 3G`nin bize sunduğu mobil telefonumuzdan evimizi, işyerimiz yada istediğimiz yeri izlemizi sağlayacağı alt yapının olması. Hatta bir operatör bu konuda cihaz satışına başladı bile.
-
Mobil internet kullanıcılarının standartlarını yükselterek sağlam bir alt yapı ile sunulan 3G`nin hayatımıza kattıklarını hepbirlikte yaşayarak öğreneceğiz.
Hepimize hayırlı olsun....

Cenk

29 Temmuz 2009 Çarşamba

ZEYNEP SAĞDAŞ



Yıl 1997...

Çok sevdiğim dostum M.Melih Usta ile bir Çanakkale macerasına çıkmıştık. Üniversitede okuyan Bayram Kaçar arkadaşımızı ziyaret edip orada 1-2 gün takılıp kafa dağıtmak istedik. Sabah düştük yollara... Çanakkale`ye vardık ve başarılı bir operasyon ile! arkadaşlarımızın yurt odasına kaçak olarak yerleştik.

Akşam olduğunda Bayram ve arkadaşları, Melih ve beni bir bara götürdüler. Öğrenci barıydı ve bu barda müzik tesisatı yoktu. Konsept "kendimiz çalar kendimiz söyleriz" tarzındaydı. Ve işte orada ismini hatırlamadığım bir arkadaş vardı. İlk votkamızı yudumlarken bize bir şarkı söyledi. "Dönen Dönsün Ben Dönmem Yolumdan"...

Kimin şarkısı, kim yazmış, kim söylemiş bilmem; tek bildiğim o fedakar arkadaşa o gece şarkıyı yaklaşık 20 kez söyletip, Melih ile birlikte 2 büyük votkayı devirmemizdi. Bizi bu kadar derinden etkileyen şarkı ve yorum o gündür bu gündür hep konuşulur ve hatırlanır aramızda...

Şimdilerde ise böyle bir şarkı daha var... "Yarım Kalanlara Rağmen"

Zeynep Sağdaş söylemiş. Ama nasıl söylemiş! ilk dinlediğimde; uzun zamandır bu kadar iyi bir şarkı dinlemediğimi düşündüm. Mükemmel yorumlamış. Şu sıralar Facebook ve benzer paylaşım sitelerinde zirvede. Dinlemenizi ve hissetmenizi öneririm.

Zeynep Sağdaş hakkında küçük bir araştırma yaptım ve bugüne kadar vokal ağırlıklı çalıştığını, bazı reklam ve tanıtım müziklerinde görev aldığını öğrendim. Fakat beni sevindiren bir nokta şu ki; bugünlerde repertuarını hazırlamaktaymış. Umarım önümüzdeki günlerde çok geç kalmadan bir albüm çıkarır ve uzun zamandır bekleyen kulağımızın pasını temizler...

Bir temenni: Zeynep Sağdaş`ın demolarını dinledim internet sitelerinde, R&B ve Hip Pop söylemiş genelde. Umarım albümün tarzı bu olmaz. Sesini ve yorumunu ön plana çıkartan bir tarz olmalı diye düşünüyorum...

Cenk

23 Temmuz 2009 Perşembe

SANATÇIYI ANLAMAK…

Dünyaca ünlü bir piyanist, besteci ve tam anlamıyla bir sanatçı; Fazıl SAY.
Şimdilerde ise yazar. Bir müzsiyenin notlarını içeren “Yalnızlık Kederi” adlı kitabı Doğan Kitap tarafından yayımlandı.
-
Fazıl Say, kitabında yalnızlığını anlatmış. Sürekli notlar almış, kişisel gelişimini, duygularını, korkularını anlatmış bize. Aslında tüm hikaye bir yalnızlık üzerine. Kendisine ait olan “sanatçının yalnızlıktan başka alternatifi yoktur” sözü ise hayatının özeti.
-
Peki Fazıl Say neden kendini yalnız hissediyor. Bizler sanatçılarımıza yeteri kadar değer veriyormuyuz? Onları anlamaya, duygularını keşfetmeye çalışıyormuyuz? Bu insanlar ender geliyor dünyaya. Onların değerlerini bilmeliyiz. Hergün gazete ve televizyonda sanatçıyım diye geçinen, boy boy poz veren şöhret pazarında, sevgili medyamız bizlere çakma sanatçıları ülkenin değerleri diye kakalamaya çalışılıyor. Fazıl Say piyanosunu konuştururken, sadece çalmakla kalmayıp, miziği hissederek yaptığı hareketleri küçümseyen insanlar tanıyorum. İşte asıl garip olan Fazıl Say`ın piyano dansı değil, o hareketleri garipsiyen ve anlamayan zihniyet.
-
Kültürümüze sahip çıkamayan zihniyet, “böyle sanatın içine tükürürüm” diyerek biryerlere gelmeye çalışan pas tutmuş beyinler olduğu sürece, sanatçılarımızın değerlerini korumak zor gibi geliyor. Ufak bir rahatsızlığı dile getirince “memnun olmayan çekip gider” demek çok kolay olsa gerek. Asıl zor olan sanatçıyı kazanmak, aynı bir dost kazanmak gibi zor!
-
Ülkemizde heykel krizinin yaşandığı günlerde, bir televizyon programında Nebil Özgentürk heykel nedir diye sordu Sunay Akın`a.
“Bir sonbahar günü, odanın penceresi açıktır. Rüzgar içeri süzüldüğünde masanın üzerindeki önemli notlar uçmasın diyerek, üzerine küçük ağırlıklar koyarsın. İşte heykellerde o ülkenin kültürü, tarihi uçup gitmesin diye üzerine konmuş ağırlıklardır” diye cevap verdi Sunay Akın. Heykelin tanımı daha güzel nasıl anlatılabilir ki?
-
İşte bizlerde ülkemizin kültürü uçup gitmesin diye, sanata ve sanatçıya destek olup onları korumalıyız ve anlamalıyız. Sanata ve sanatçıya sırt çevirerek hayat damarımızı koparmayalım, sonra by-pass yapması çok zor olur.

Cenk


“Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur”.

Mustafa Kemal Atatürk

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Tarifsiz acılar içerisindeyiz

Vedat babamızı, kolumuzu kanadımızı, göğsümüzün sol yarısını, şanlı kaptanımızı kaybettik...

Tarifsiz acılar içerisindeyiz...

Vedat babamıza Tanrı'dan rahmet ve merhamet, kederli ailesine sabır, yüce camiamıza ise başsağlığı diliyorum...
Aydan


BAŞIMIZ SAĞOLSUN...


Sevgili Vedat Okyar,
Bu öyle bir hastalıktı ki, yarım sıfır bile olsa yenmen lazımdı! fakat olmadı.
Allah`tan rahmet ve ailesine sabırlar diliyorum.
Beşiktaş camiasının ve sevenlerinin başı sağolsun. Vedat abimizin mekanı cennet olsun...
Cenk

19 Temmuz 2009 Pazar

KÖRMÜSÜNÜZ...!

Hafta içi gazete almam. Genelde gazetelerin internet sayfalarını okurum. Bunun yanında internetten yayın yapan haber sitelerini ve blogları takip ederim. Ama adettendir diye hafta sonları gazete alırım, genelde kahvaltıda ve sonrasında kahvemi içerken okurum. Dünde herzamanki gibi hafta sonu aldığım gazetelerin yanında Vatan gazetesi alma gafletinde bulundum. Nedense bu sefer anlamadığım bir dürtü beni Vatan`a itti. Aldım ve eve geldim. Diğer gazetelerimi okuduktan sonra Vatan`a geçtim. Genelde iç haberler hemen hemen diğerleri ile aynı. Fakat spor sayfasına geldiğimde tuhaf iki haberle karşılaştım. Gerçi haberler tuhaf değil! gayet normal. Fakat bu haberlere fotoğraf basan kişi sanırım biraz tuhaf.
-
1.haber aşağıda:



Haber Gökhan Zan ile ilgili. Nedendir bilinmez haber beşiktaş sayfasının içinde ve aynı zamanda haberin üzerindeki fotoğraf ise forma tanıtımındaki defileden bir sahne.

-

2.haber ise şöyle:

Fenerbahçe Brezilya`lı bir futbolcu ile ilgileniyormuş. Aykut Kocaman transfer ile ilgileniyor ve anlaşmaya varmak üzereymişler. Buraya kadar normal.

Ya fotoğraf!

Bu habere bu fotoğraf mı koyulur! Futbolcunun yaptığı el hareketine dikkat eden yokmu? Kimse bunu görmez mi? Bu gazetenin spor müdürü yokmu? Bu haberleri, fotoğrafları kontrol eden bir birim yokmu? Yoksa herkez kafasına göre haber yazıp fotoğrafmı koyuyor?

Gaflette bulunarak aldığım Vatan gazetesini, bir daha almamak üzere dün gece çöpe attım. Aslında çöpe attığım Vatan gazetesi değil bu gazeteye verdiğim 75 kuruş`tu !!!

Cenk

16 Temmuz 2009 Perşembe

2009 – 2010 SÜPER LİG – ANALİZ 3


Geçen sezon öncesi yaptığı flaş transferler sonrası, şampiyon olmasına kesin gözüyle bakılan Galatasaray beklenin aksine kötü bir sezon geçirdi. Sakatlıklardan kurtulamayan oyuncuların eksikliği teknik kadronun başını çok ağrıttı. Kadronun yetersizliğimi yoksa sakat oyuncuların çeşitli nedenlerle iyileşmelerinin gecikmesimi bilinmez ama, oyuncular ve teknik kadro kadar yönetimde bu başarısızlıkta büyük pay sahibi. Benim fikrim ise başarısızlığın yegane nedeni Galatasaray yönetimi.
-
Sezona Skibbe ile giren Galatasaray sıkıntılı bir sezon sonrası yeni bir teknik direktör ile anlaşma yaptı. Bana göre yeni sezon öncesi Galatasaray`ın en iyi transferi olan Frank Rijkaard, Galatasaray`a özlenen futbolu oynatacakmı merakla bekleniyor. Hemen hemen bütün spor yazarları Rijkaard`ın Galatasaray`a Barcelona`daki 4-3-3 sistemini empoze edeceğini düşünüyor. Bende bu fikri savunuyorum. Yeni transfer olan Keita ise bu sistemin sanki habercisi gibi!
-
Keita, Fransanın Lyon takımndan transfer edildi. Aslında Keita`nın yıldızı Lille`de parlamıştı. Hem forvet hattının hemde orta sahanın her iki kanadında oynayabilen oyuncu, Lyon`daki bazı maçlarda ise en uçta golcü olarak da görev aldı. Çok hızlı ve kıvrak olan Keita`yı hocası Frank Rijkaard oyun içerisinde bir çok bölgede kullanabilir. Bu nedenle Rijkaard`ın değişilmezleri arasında olacağı kesin. Hücum gücüne katkı sağlayacağını düşünürsek Galatasaray için iyi bir transfer diyebiliriz. Fakat Keita`nın genelde egoist oyunu bazı maçlarda sıkıntı yaratabilir.
-
Kaleci De Santis`is yerine İspanya`nın A.Madrid takımından transfer edilen Leo Franco, bu formayı 5 sezon terletmiş ve La Liga`da toplam 301 kez sahaya çıkmış. Avrupa tecrübesi bir hayli fazla olan Arjantin`li kalecinin milli takım karnesi İspanya`daki gibi kabarık değil. Kariyeri boyunca 5 kez Arjantin milli takım formasını giymiş. Aslına bakarsanız De Santis`den daha iyi bir kaleci değil. Özellikle bazı maçlardaki bariz hatalarından dolayı takımını birçok maçta yakmış. Şayet Galatasaray, De Santis`in yerine daha iyi bir kaleci alacaksa bu Leo Franco olmamalıydı!
-
Yeni transferlerden Mustafa Sarp`a gelecek olursak; geçen sezon Bursaspor`da 24 maça çıktı ve 4 gol attı. Güçlü bir orta saha oyuncusu olan Mustafa Sarp, Frank Rijkaard için iyi bir yedek oyuncu olacaktır. Takımda haddinden fazla hasta-sakat oyuncu olmadığı takdirde ilk 11`de başlama şansının çok olmadığını düşünüyorum. Rijkaard, Mustafa`yı orta sahaya enerji katması için maçın sonlarına doğru kullanabilir.
-
Gelelim Gökhan Zan`a. Beşiktaş`dan sürpriz bir karar ile ayrılan Gökhan Zan kimsenin beklemediği bir anda Galatasaray`a imzayı attı. Her ne kadar Beşiktaş`ın ve milli takımın vazgeçilmez oyuncusu da olsa benim fikrim Gökhan Zan`ın oyun içerisinde inanılmaz hatalar yapan kötü bir defans oyuncusu. Yaptığı pozisyon hataları ve kademe hataları nedeni ile Beşiktaş`a puan kayıpları yaşattı. Galatasaray`da defansın göbeğinde Servet ile düşünecek olursak, hızlı ve çabuk forvetlere sahip olan rakip takım Galatasaray`ın defansının arkasına çok rahat sızacaktır. Hantal olan bu iki oyuncu bu sezon Galatasaray`a sıkıntı yaratacağı kanaatindeyim.
-
Genel anlamda hücum gücü yüksek olan Galatasaray bu sezon çok gol atacağını tahmin ediyorum. Gol sayısı 70`in üzerine çıkabilir. Fenerbahçe`yi şuan ki kadro yapısı ile düşünürsek; Galatasaray ile Beşiktaş şampiyonluğun en güçlü iki adayı gibi gözüküyor. Fakat önümüzde henüz bitmemiş olan bir transfer dönemi var. Lig başlamadan önce bir analiz daha yaparız.
Cenk

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Açık Mektup

Yazıları ben de okudum... Bundan önce de okurdum ama "hayretler içinde kalarak" değil, bazen gerçekten gülümseyerek bazen acı acı tebessüm ederek okurdum... Ama bu hafta ilk kez hayret ettim; bir insan nasıl bu kadar ayrılıkçı, şekilci, antidemokrat, düz kafalı, sabit fikirli, zavallı olabilir diye...
Söz ettiğim kişi Ayşe Arman ve yazıları...
Marjinal olmak ile saçma olmak iki ayrı kavram, kavramları karıştırmamak lazım. Oysa Ayşe Arman bu sıralar yine marjinal olmak yerine saçma olmayı tercih ediyor...

Tesettürden tutun, Fatih ilçesine, Nişantaş'ından tutun mini eteğe dair herşey şu 3-5 günlük yazı dizisi içerisinde aşağılayıcı üsluplarla yer almış... Çünkü böyle buyurmuş Ayşe!

Öyle hiç te dini bütün bir insan değilim, ama en azından şunu biliyorum Ayşe Arman'dan daha demokrat, daha özgürlükçüyüm... Kendimde tasvip etmediğim halde hiç bir zaman insanların örtülerine, inançlarına, yaşayış ve ibadet biçimlerine laf uzatmadım, küçümsemedim, kınamadım hele hele hiç aşağılamadım.

Ayşe Arman'ı tam da bu yüzden tam da bunu yaptığı için anlamam mümkün değil, uslubunu, tarzını, tasvirini aklım almıyor... İnsan nasıl bu kadar saygısızlaşabilir, ayrımcılaşabilir?
Bizim mahalle ve Karşı mahalle diye nasıl iki grupta insanları kategorize edebilir? İşte toplumları, ülkeleri bölen zihniyetler Ayşe Arman'ın zihniyeti ile denk çalışıyor, Etnik, dini, kültürel ayrımlar hep bu beyinlerde filizleniyor...
Aklım almıyor...
Daha saçma yazılarını da okumuştum ama bu kadar "zavallı"ca bir yazısını daha önce hiç okumamıştım...

Benim hissiyatıma birebir tercüman olmuş, bunları bir mail ekinde Ayşe Arman'a bizzat bildirmiş bir dostun yazısına aşağıda yer vermek istiyorum önce;

Sevgili Ayşe Arman,

Yazılarınızı zaman zaman okurum, kendi alanınızda, ki bu yediğini içtiğini anlatmak ve bir kaç ünlü isimle cüretkar bulduğunuz sorularla (örn: sevgilinizi seksi buluyor musunuz/çocuklardan sonra cinsel hayatınız ne yönde değişti?/ben bugün dubai gördüm, ya siz?) muhabbet etmek oluyor, başarılı olduğunuzu bile düşünürüm. Ama boyunuzdan büyük işlere kalkışmanız, hakikaten yüzünüze gözünüze bulaştırdığınız için komik oluyor. Daha deniz seki'yi düşünce suçlusuymuş da kitapları toplatılmış falan gibi yansıttığınız saçmalık dolusu kelimeleriniz yeni bitmişken, hop ucuna bir tane daha baş yapıt eklediniz.Öncelikle, mahalle baskısı, house cafe'de olmaz zaten, benzer yerlerde de olmaz, parayı bastıranın içeri girebildiği yerler bunun yeri zaten değildir. Hangi kafe, para kazanacağı bir müşterisine "ikileyin" der, dalga mı geçiyorsunuz?Ki, siz kim oluyorsunuz ki "bizim mahalle", "karşı mahalle" gibi bir ayırım yapabiliyorsunuz? Hangi akılla? Hangi cüretle? Bütün mevzunun zaten insanları çeşitli mahallelere bölmek olduğuna aymadınız mı hala? Dahası öyle bir ayırım söz konusu olacaksa, siz zaten mahallede değil, "residence"da falan yaşıyorsunuz:)

Araştırmanızın kapsamını geliştirmek adına sizden ricam, bir üniversite kapısı çalmayı deneyin... Ama nasıl olsun biliyor musunuz, böyle çok anlam yüklediğiniz hayalini kurduğunuz bir bölüm, öyle ki, başınızı açmaya razı olsanız bile kim olduğunuzu bildikleri için mülakatlarda zaten eleniverin... Hmm... Ya da şöyle diyelim, çok ihtiyaç duyduğunuz bir şirketten şöyle bir cevap gelsin size, "cvniz yeterli, tam aradığımız kişisiniz fakat...", o iş, o sırada sahiden ihtiyaç duyduğunuz bir iş olsun hem. Veya yine cv yolladığınız bir şirketten onay gelince "ben size fotoğraflı cv mi yollamıştım?" diye sorma gereği duyun... Çekinerek. Çünkü siz görüntünüzle değerlendiriliyorsunuz.

Sizin "bez parçası" dediğiniz şey, bazı insanlar için değerli olabilir, kelimelerinizi seçerken biraz daha dikkat. İslami hayat tarzına uygun yaşamak, başörtülü sokaklarda dolanmak fink atmak falan olmuyor diye biliyorum. Tek yönlü bir şey değil, sizin gibi imajlarla oluşan bir şey değil. Nasıl iyi anne olmak, kızının adını dövme olarak yazdırmak değilse... Harama helale, hak ve hukuka dikkat etmek, doğru insan olmak, güvenilir, ahlaklı olmak anlamına da geliyor. O "bez parçası" dediğiniz şey bunların çooooook ama çoook küçük bir yönü.

Başörtüsü for dummies olarak maddelediğiniz, yok kulağım kapanıyor, yok duyamıyorum falan filan oldukça cahilce bir yaklaşım. Kastedilen asıl örtü edep. Ve anladığım kadarıyla bu sizden oldukça uzak bir kavram. Kafanıza doladığınız her hangi bir örtü bu işi görürdü. Konuyu bu kadar büyütmeye gerek yok.Aslında çok basit bir şey. Sadece bir kişisel tercih. Ne bileyim, kurşun döktürmeye inanmak gibi, dua etmek gibi, saç rengini değiştirmek gibi, alkol almak gibi, sigara kullanmamak gibi, rejim yapmak gibi. Hayattaki bir milyon tercihten sadece biri.

Bu kadar keskin sınırlar o kadar kırıcı ki."Onlar gibi giyindim ve şimdi anlayacağım."Ah kraliçe hazretleri halka indi! Kaplumbağaları da çok severmiş hem. Acıyormuş veya onlar adına üzülüyormuş gibi yaparak inceden dalga geçmeniz o kadar zavallı ki. Şükür ki merak ve inceleme konunuz başörtülüler, ne bileyim, eşcinsellerin çektiği zorluk, bir engellinin günlük hayatı, dilencilerin gün boyu kazandığı para, çöpten yiyecek arayan insanların beslenme biçimleri, fahişelerin iş yaşamı, bir kot işçisinin kariyer planması, doğu'da törelerde sıkışmış kadınlar, düğün sonrası kapısında bekleyecekleri düşünmekte olan bir gelin, çocuk yurtlarındaki çocukların durumu falan gibi bir çok konu da olabilirdi ve en gerzekçe metodu seçerek yaptığınız araştırmanızın bedelleri de pek ağır olabilirdi.

Sizin o gezdiğiniz yerler, zengin veya iktidarla sonradan zenginleşmiş bir adamla evli bir kadının veya o tür bir babanın kızının yaşamı. Nasıl açık (bu ifade kaba ama daha iyisini bulamadım) bir kadının yaşamı, bilmem hangi iş adamını kapatması olan mankeninkiyle değerlendirilemiyorsa işte öyle. Bu ülkedeki bütün kadınlar sizin gibi yaşamıyor. Çalışıyorlar, emeklerinin karşılığını göremeyebiliyorlar, dayak yiyebiliyorlar, zengin bir koca bulup hayatlarını garantiye alma dışında amaçlara sahip olabiliyorlar, tutkuyla arzuladıkları tek şey kırmızı bir ayakkabı veya 40 yaşında seksi fotoğraflar çektirmek olmayabiliyor.

Reina'ya girmekte ne var ki? Parayı bastırdığınız müddetçe özgürsünüz zaten o tür mekanlarda. Ayrıca bir başörtülü reina'ya girseee noluuur girmese nolur? Sonradan edinilmiş paranın görgüsüzlüğüyle o alışveriş merkezi senin bu beymen benim, sizin tabirinizle "allah ne verdiyse" gezmek değil o insanların yaşamı. Kimsenin değil hatta. Bunu kafanıza sokun.Haşemaymış. O kabus astronot kıyafeti bile icad etmeleri ne kadar acı bunu bir düşünseniz ya? Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede, denize girebilecekleri bir tek yer yok? İnsan illa sizin deyiminizle; "kapalı" olmasa da, kimseye görünmeden yüzmek isteyebilir. Ayrıca bu da büyük bir mahrumiyet değildir, tamam bence de seçimleri bu yöndeyse girmeyiversinler denize, ama onlarla özdeşlik kurmaya çalışmanın yolu haşemayla yüzmek olmasa gerek! Onunla ilgili yorumu, gazetecilik dehası sizinkine denk ahmet hakan, çok daha önce yapmıştı malumunuz.Ne bileyim daha güzel örnekler yaşayabilirdiniz mesela. Kuaföre gitseydiniz ya Ayşe hanım. "Ay saçların ne güzel niye kapatıyorsun kiii?", "peki böyle yaptırdın sen şimdi, kim görecek ki?" Hani Fatih'teki bir güzellik salonunu kastetmiyorum ben. "Aslında normal bir kuaför gibi..." derken? Ay bak seen, ağda falan da yaptırıyorlar ne kadar da şaşırtıcı?! İnanmıyorum manikürden falan haberleri var mı sahiden? Kel değiller mi gerçekten? Ya siz inançlı birinin gidip başörtüsüne model yaptırabileceğini mi zannediyorsunuz?Sizin hakikaten bir zeka özrünüz falan mı var, yoksa dünyayı dubai'de minik bir mahalleden ibaret veya nişantaşında bir planetten müteşekkil mi zannediyorsunuz?

Kendisi başörtülü olmasa da, burada çoğu insanın başörtülü bir komşu/arkadaş/ahbap/eş dost falanı vardır ve bu denli zevzek soruları yalnızca sizin gibi, ülkesine, meselelerine ve insanlarına uzaktan bakanlar utanmadan sorabilir.Bir devlet dairesinde işlem yaptırmaya çalışın, ya da -herkesin adını tahmin edeceği- bir bankada sorun yaşayın. Size "böceksin sen" diye bakan bakışları üzerinizde hissedin. Otobüse binerken yanlışlıkla birinin sırasını kaptığınızda, "şuna baaaak bir de başörtülü olacaaak" falan diye bir hakaret işitseniz ve bütün gözler size çevrilse "cık cık cık şuna bak"... Ya da sokakta ilk kez gördüğünüz birinin bile en doğal hakkıymış gibi "evli misin, annen mi kapalı, baban mı zorladı, kocan mı kapattı, eee namaz da kılıyor musun, sıcakta zor olmuyor mu, ne mezunusun peki, eğitim şart!" gibi kelimenin tam anlamıyla gerzekçe ve sonu gelmeyen sorularına maruz kalsanız... Kokoş ablaların, gözlerinin devirerek "ne varsa bu kapalılarda var zateeeen" dedikten sonra, "yok sen hariç canım sen modern kapalısın", "hem bizim lafımız o simgeleştirenleree" demelerine ağzınız yerine başka bir organınızla gülseniz, insanlar "bizim ananelerimiz de kapalı", "babam hacı benim zaten" diye saçma sapan geyikleri duyabileceğiniz şekilde söyleseler...
Bir alışveriş merkezinde aldığınız şık iç çamaşırlarının ödemesini yaparken arkanızdaki kadının "bu tür şeyleri de nerde giyiyosa bunlar?" diye söylendiğini işitseniz... Herhangi bir kültürel aktivite bilet kuyruğunda, "bunların ne işi var burda ya" diye püfleyen bir genci duysanız... "Neden kapalısın?" Çirkin ördek yavrusu gibi, incelenmesi gereken bir canlı gibi. Devamı gelir "evde açık mısın?" "peki kocanın yanında, peki babanın, peki dayının... bla bla bla bla..."

Ya da acıyanlar mesela daha da şendir onlar... "Ah ben çok üzülüyorum sizi okullara almamalarına..." Bunda üzülecek bir şey yok ki. Yaşadığın ülkenin kurallarına uymakla, inançlı bir insanın sorunu olamaz ki. Akıntıya kürek çekmek. Saçma sapan çırpınmak.

İsmailağa'da mini etek, sarı saç ve topukluyla gezmek elbette ki dikkat çeker. Her yerde çeker, bebek'te de, ortaköy'de de... İnsan doğası bu. Ki orada yaşayan insanlar, 28 şubat'a kadar evlerine televizyon dahi sokmayan insanlardı, aborjinlere bilgisayar götürmüşsünüz de dikkatlerini çekmesini yadırgıyorsunuz. Dünya tarihine birazcık göz atsanız, giyinmenin çok eski soyunmanınsa son yüzyılda gelişen bir şey olduğunu görürsünüz, mesele dinle veya bizim kültürümüzle falan ilgili değil sadece. "Sen açık giyersen bakarlar tabiii" demiyorum, doğru değil, olmaması gerekir ama orda ve bir çok yerde işler böyle diyorum. Bir çok şeyi onaylamayabilirsiniz, yapmacık halleri, "ibadet ediyorum" cümlesini alnına yapıştırıp gezenleri, bunun yanına bir de "ben senden üstünüm"ü ekleyenleri, iktidardakileri, onların temsil ettiklerini, devlet erkanındaki başörtülü eşleri, dini suistimal edenleri, dini kullanarak servetine servet katanları, ayırımcılık yapanları... Bu davranışlar zaten "kötü insan" davranışı, dinle bir ilgisi yok, her türü her yerde, her inançta bulunuyor bu gibiler.Katılın, veya katılmayın, kadınlar bunu kendine neden yapıyor diye düşünün, doğru bulmayın, inanmayın, delilik olarak görün, bunların hiç biri sorun değil, çünkü yeryüzünde bulunan insan sayısı kadar inanç şekli var...Ama bunlardan herhangi biriyle dalga geçme hakkı kimsede yok.

Saygılar.
Bir okurunuz.

Ve son olarak şunu eklemek istiyorum ben de; Fatih denilen ilçe sadece İsmail Ağa Caddesinden, Çarşamba'dan ibaret değil sayın Arman.
Fevzipaşa Caddesine bir inin bakalım A dan Z ye sizin giydiğiniz tüm markalar şık şık dükkanlarda kapış kapış satılmakta, bunu gözlemleyebildiniz mi mesela? Ya da Kocamustafapaşa'nın, Fındıkzade'nin, Vatan Caddesinin, Çapa'nın hatta son bir yıldır Eminönü'nün Fatih sınırları içerisinde olduğunun farkında mısınız? Bu yaptığınız tamlamaların tamamen dışında kalan, bambaşka hayatları bambaşka biçimlerde yaşayan, sizin tabirinizle "sizin mahallenin" insanlarının semtleri bu saydıklarım. Yani "elit, zengin, kültürlü, açık"...
Bunları gözlemleyebildiniz mi mesela sayın Arman?

Bir sonraki yazınıza bu semtlerde bikini ile dolaşarak - ki nasıl olsa sizin mahalleye denk- devam etmeniz tek temennim... Sonra bir de boynunuza kocaman bir haç asıp İstanbul ve Anadolu sokaklarını arşınlayın, ki Süryani azınlığın neler hissettiğini bu empati ile anlayabilesiniz, ya da yine sizin metoda uygun şunu yapabilirsiniz; bir kippa edinin ve herhangi bir camiinin önünden cuma saati geçin, bakın bakalım İstanbul Musevileri ne gibi şartlarda hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar?
Başınıza bir poşi bağlayın ve Alperen Ocaklarının sıkça bulunduğu semtlerde gezin, hissedeceğiniz korkuların, duyacağınız kelimelerin tarifi olmayacaktır eminim...
Bunları neden yaşadığınızı/yaşayacağınızı düşünün sonra... çünkü bu ülkede sizin zihniyetinize sahip insanların çokca olması bu ülkedeki "millet" kavramını yerle bir etti uzun zaman önce...

Umarım korktuğunuz şeylerin hiç biri yine başınıza "gelmez" ve dilerim yine sonsuz "hayalkırıklığı" ile yazı dizinizi sonlandırırsınız...

Özgürlükle,

Aydan

2009 – 2010 SÜPER LİG – ANALİZ 2


Geçen sezona yaptığı teknik direktör ve santrafor transferleriyle büyük ümidlerle giren Fenerbahçe, Aragones`in başarısız taktikleri, yanlış oyuncu tercihi ve üstüne Guiza`nın uyum sorunu veya formsuzluğu eklenince beklenen başarı gelmedi. Tabi Gökhan Emreciksin ve Burak Yılmaz transferlerinin bekleneni verememesi, Deivid`in sakatlığı Fenerbahçe`nin planlarını bir hayli bozdu.
-
Bu sezona öncelikle başkan Aziz Yıldırım`ın 3 yıl üst üste şampiyonluk sözleri ile giren Fenerbahçe`nin transfer tutumu merak konusu oldu. Teknik direktör olarak Daum`un getirilmesi sanki Süper Lig şampiyonlukları için hedefin yarısı diye nitelendirildi. Fakat taraftar Daum transferi konusunda ikiye bölünmüş durumda. Kimisi için süper lig şampiyonluğu gelmesi ile şampiyonlar ligine direk katılmak, transfer yapabilmek için olumlu bir gelişme olarak nitelendirirken; kimi taraftarlar ise başarının biran önce gelmesi, artık süper lig şampiyonluğunu başarı saymadıklarından, daha kaliteli bir teknik direktör ve kaliteli oyuncular ile avrupada ses getirmek; en azından 2008 yılındaki başarının tekrarını istiyordu.
-
Teknik direktörden başlayacak olursak; Cristoph Daum Türkiye standartlarına göre bakacak olursak iyi bir teknik adam. En azından Türkiye ligini, mantalitesini bilen ve alman disiplini uygulayan bir teknik adam. Yardımcısı Koch ise Daum`un en büyük artısı. Takımı iyi çalıştırması ile bilinen Koch`un çalıştırdığı takımların kondisyonları hep göze batmıştır. Yüksek ihitmalle 4-4-2 sisteminde oynatacak takımının en büyük kozu yine Alex ve yeni transfer Mehmet Topuz olacaktır.
-
Yeni Transfer Mehmet Topuz benim çok beğendiğim oyuncuların başında gelmektedir. Orta sahadaki enerjisi ile Aurelio ve Appiah`ı bence taraftarlara aratmayacaktır. Mehmet Topuz artısı çok olan bir oyuncu. Orta sahada ayakta kalan, iyi savunma yapan, aynı zamanda driblinglerle rakip kaleye dikine giden, isabetli ve sert şutlar atabilen bir oyuncu. Burada karakterini tartışmıyorum. Zaten bu konu hakkında hemen hemen herkez bir yorum yaptı. Ben sadece futbolculuğunu analiz ettiğimden Fenerbahçe`ye faydalı bir futbolcu olacağına inanıyorum. Yine orta saha oyuncu olarak Ankaraspor`dan transfer edlilen Özer Hurmacı göze batan bir futbol oynamamakla beraber, Fenerbahçe`de iyi bir yedek olacağını tahmin ediyorum. Oynadığı maçlarda kendini göstermesi ve teknik direktör Daum`un gözüne girmesi gerekli. Alex, Mehmet Topuz, Deivid veya Emre Belözoğlu kadar kredisi olan bir oyuncu değil. Bu nedenle oyunda olduğu zamanlardaki performansı en azında kendisi için çok önemli.
-
Lugano`nun gideceğine kesin gözüyle bakılırken, Fenerbahçe defansın göbeğine biri çok iyi, diğeri iyi oyuncu olmakla beraber iki transfer yaptı. Sivasspor`dan Fabio Bilica ve Gaziantepspor`dan transfer edilen Bekir İrtegün. Bilica bana göre çok isatbetli bir transfer, Sivasspor`un ikinci olmasında ve sezon boyunca yediği 28 gol gibi az bir rakamda en büyük pay sahibi olan bir oyuncu. Bu futbolcunun uzun yıllar Fenerbahçe`ye hizmet edeceğini düşünüyorum. Bekir İrtegün ise hem defansın göbeğinde hemde kenarda oynayabilen bir oyuncu. Şayet Lugano takımda ayrılmaz ise yabancı kontejanı dolayısıyla, Lugano ile rotasyonlu olarak oynayabilir diye düşünüyorum. Aynı zamanda Lugano`nun yiyeceği kırmızı kartlar sonrası alacağı ceza maçlarını göz önünde bulundurursak, Bekir İrtegün bu mevkii için biçilmiş kaftan.
-
Bu analiz sonrasında Fenerbahçe şayet biri santrafor olmak üzere en az iki kaliteli yabancı futbolcu transferi yapmaz ise bu sezon Beşiktaş ve Galatasaray`ın arkasından şampiyonluğu kovalamakla kalır diye düşünüyorum.
-
Bir sonraki analiz Galatasaray.

Cenk

14 Temmuz 2009 Salı

AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR…


Kanal D ekranlarında yepyeni bir yarışma. Aşkın gözü kördür.!
Birkaç yıl önce MTV ekranlarında yayınlanan bir yarışma vardı. Adı, Senseless. Gerçi formatı bizimkinden biraz farlıydı ama genel anlamda karanlık oda, birbirine dokunarak tanıma gibi durumları aynı. Tabi bizimki daha mutasıp.

Daha önce seçilmiş olan 3 bayan ve 3 erkek farklı evlere yerleşiyorlar. Bayanlarla erkekler kendi aralarında tanıştıktan sonra, birbirleriyle ilk buluşma zamanı geliyor. Karanlık odaya giriyorlar ve ilk ses tanışması burada yaşanıyor.



Burada birbirlerinin seslerinden etkilenen çiftler aralarında gruplaşıyor. Daha sonraki günler karanlık odada buluşarak birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. Tabiki kendi aralarında heyecenlarını, duygularını ve korkularını da paylaşıyorlar.

Genel yapı bu, fakat bu buluşmalar sırasında ve evde, kendi aralarınla bazı hediye alış-verişleri yapılıyor ve oyunlar oynanıyor. Özel yetenek, manken giydirme gibi birkaç küçük oyun. Özellikle karanlık odadaki muhabbetler ve çiftlerin birbirlerini tanımaya çalışmaları gerçekten eğlenceli ve izlemeye değer.


Yaklaşık 5 gün sonunda çiftler son olarak karanlık odaya giriyor birbirlerini 2-3 saniye kadar kısa bir süre ışık altında görüyorlar. İşte karar sanırım o anda veriliyor. 5 gün boyunca kafalarında oluşturdukları karakteri karşılarında görünce veya göremeyince duyguları gerçekten ilginç oluyor.
Ve karar anı gelip çatıyor; ya evden beraber çıkacaklar yada bavullarını toplayıp çekip gidecekler.

İlk programda gayet düzeyli ve eğlenceli geçen bu programa, seyirci yorumları, sms oyları, Ebru Akel ve Doğa Bey dahil olmadığı sürece Perşembe geceleri keyifle izlenebilir.

Cenk


13 Temmuz 2009 Pazartesi

Fotografya'nın Yeni Sayısı Yayınlandı

Editörlüğünü Leyla Yücel, Suderin Murat ve Gülçin Tellioğlu'nun yaptığı, Meryem Akköse, Yağmur Dolkun, Bülent Irkkan, Elif İnan, Doğanay Sevindik, Saliha Kasap Uzun ve Elif Vargı'nın yayına hazırladığı Türkiye'nin ilk sanal fotoğraf dergisi "Fotografya"nın 22. Sayısı yayınlandı.

"Kadın ve Çocuk"

temalı 22. sayıya erişebilmek için lütfen tıklayın :

http://www.fotografya.gen.tr/



Aydan

12 Temmuz 2009 Pazar

2009 – 2010 SÜPER LİG – ANALİZ 1

İyisiyle kötüsüyle, Aziz Yıldırmın`a, Yıldırım Demirören`e, Ahmet Çakar`a, Erman Toroğlu`na ve bütün hakemlere rağmen Beşiktaş`ın çifte kupası ile 2008-2009 Süper Lig sezonu bitince, merakla transferleri beklemeye başladık. Beşiktaş`ın şampiyonluk kutlamaları devam ederken yaşanan Mehmet Topuz saçmalığı, Aziz Yıldırım`ın 3 yıl süper lig şampiyonluk sözü gündemi biranda değiştirmeye yetti. Arkasından Galatasaray Frank Rijkaard transferini patlatınca ortalık iyiden iyiye kızıştı. Ağırlığı Fenerbahçe taraftarı olan sevgili medya hemen her gün takımlara onlarca transfer yaptırdı. Spor gazetelerinin transfer haberleri başımızı döndürürken, bu kadar asparagas haberleri nereden uyduruyorlar merak etmekten kendimi alamıyorum !

Geçen sezona bakacak olursak takımların istikrarsız ve kötü futbolu hepimizin canını sıkmıştı. Bence bu sene biraz daha güçlenen 3 büyüklerin daha göze hoş gelen ve istikrarlı futbol oynamalarını temenni ediyorum.


3 büyüklerin transferleri hakkındaki yorumlarım ve kısaca analizlerim ise şöyle:

Önce şampiyondan başlarsak Beşiktaş bu sene geçen seneye nazaran kadrosunu biraz daha sağlam kuruyor. Gökhan Zan`ın Galatasaray`a gitmesine her ne kadar medya buna Beşiktaş için bir kayıpmış gibi göstersede, tam aksine hiç üzülmeyen taraftar, bu futbolcunun yerine alınan Ferrari`yi benimseyeceğine eminim. İtalya`da başarılı bir sezon geçiren Genoa klübünün stoperi Ferrari, aynı başarısını Beşiktaş`ta gösterecektir diye düşünüyorum. Genoa geçen sezon oynadığı 38 maçta 39 yol yemiş;, şampiyon İnter`in 32 gol, ikinci Juventus`un 37 gol, üçüncü ve tecrübesiyle dudak ısırtan Milan defansının yediği 35 gole bakacak olursak Genoa`nın yediği 39 gol Seri A için iyi bir rakam. Sivok ile birlikte iyi bir ikili oluşturacağına inandığım Ferrari, yabancı kontejanı nedeni ile ara sıra İbrahim Toraman ile birlikte defansın göbeğinde oynayacağını tahmin ediyorum.

Sağ ve sol beklere transfer edilen Erhan Güven ve İsmail Köybaşı`na gelecek olursak;
İsmail Köybaşı, Gaziantep takımında geçen sezon 24 maç görev almış. Yaşının genç olması ve Gaziantep`te oynadığı başarılı futbolu ile iyi bir şans yakaladı ve Beşiktaş ile 3 yıllık sözleşmeye imza attı. Beşiktaş medyasına göre iyi bir taransfer olan ve İbrahim Üzülmez`in ilerleyen yaşını göz önüne alınarak transfer edildiği söylenen İsmail Köybaşı`nın performansı Beşiktaş`ın geleceği açısından çok önemli.


Erhan Güven Ankaraspor`da göze batmayan, pek parlak olmayan bir sezon geçirdi. Ankaraspor`un ligin ilk yarısındaki çıkışının ardından ligin ikinci yarısındaki kötü performansı futbol severleri şaşırttı. Buna rağmen transfer edilen Erhan Güven`in, İsmail Köybaşı`ından daha az maçta görev alacağını düşünüyorum.

Nihat`a gelecek olursak; daha imza atmamasına rağmen yine de birkaç yorum yapayım.
Nihat, Beşiktaş`da oynadığı zamanlarda taraftarın sevgilisi olmuş, maçlardaki istikrarlı performansı ile göz doldurmuş ve bu özelliği o`na ispanya yolunu açmıştı. Real Sociedad ile başlayan İspanya macerası Villareal ile devam etti. Geçirdiği büyük sakatlık sonucunda geçen sezon birçok maçta yer almadı. İşte Beşiktaş taraftarını düşündüren nokta burası; Nihat`ın sakatlığı! İkinci olarak düşündüren nokta ise Mustafa Denizli sisteminde forvet hattında Nihat`ın nerede yer alacağı. Beşiktaş takımına 4-3-3 sistemini oynatan Musfafa Denizli; orta sahayı Ernst, Fink ve Yusuf veya Tello ile kuracağını düşünürsek, forvet hattının solunda Nihat`ın kullanacağını düşünüyorum. Soldan dribling ile içeri girdiğinde sağ ayağı ile kalecilerin korkusu olacaktır. Sağda Holosko, solda Nihat ve en uçta Bobo veya Nobre`yi düşünürsek iyi bir hücum hattı oluşturabilir. Tabi Mustafa Denizli sistemi değiştirirse farklı yorumlanabilir.

Gelelim Fink`e; Ernst transferi sonrası bu adamın Beşiktaş`a ne kadar faydalı olduğunu gördük. Hatta Beşiktaş`ın çifte kupa şampiyonluğunda en büyük pay sahibi diyebiliriz. Almanya`nın Frankfurt takımından transfer edilen Michael Fink, geçen sezon Frankfurt forması altında oynadığı 32 maçın 30`una ilk onbirde sahaya çıktı. Ernst ile birlikte iyi bir ikili olacağına inandığım Alman oyuncuların, Beşiktaş`ın orta sahasına Alman istikrarı ve disiplinini getireceğini düşünüyorum.

Her ne kadar bazıları tarafından Beşiktaş bu sezon üçüncülüğün en büyük adayı dense de, ben Beşiktaş`ı şampiyonluğun en büyük adayı olarak görüyorum. Bu sezon yine çifte kupa alırsa şaşırmayın!

Bir sonraki analiz Fenerbahçe.
Cenk

10 Temmuz 2009 Cuma

Muhabiriniz Aydan İftiharla Sunar :)


Bugün bunu yazmazsam olmazdı;
Adı "Nur Banu Molla" BestFm'de haber bülteni sunuyor, ayrıca "Hayatın Ta Kendisi" adlı bir de program hazırlıyor cumartesi sabahları 9 ile 10 arasında.
Ama mevzu bu değil...
Nur Banu sıradan bir haber bülteni spikeri değil. Üslubu, yorumları ve anonsu başka hiç bir yerde duyamayacağınız cinsten... Yoksa durduk yerde bir haber spikerinin sempatizanı olacak insan mıyım ben Allahaşkına:)
Şaka bir yana Nur Banu'yu tanıdıkça ve takip ettikçe onun çok birikimli, çok değerli bir insan olduğunu farkediyorsunuz... Aslen arkeolog, eski gazeteci, şimdilerde haber spikeri. Durun daha bitmedi bunların üzerine yazarlık da ekleyin, yok yine yetmez derseniz hayvanseverlik de var mesela, hatta bir de Türkçe'yi katledenlere karşı Don Kişot'luk misyonu ekleyin... Ortaya komplike bir insan çıkıyor değil mi?
Ben bunu hepinizden farklı olarak "şaşırarak" farkettim bugün mesela. Biraz araştırıp biraz hakkında bilgi sahibi olunca sizler de bana katılacaksınız eminim. Ama bunun yolu sevgili Nur Banu'nun yazdığı yazıları okumaktan geçiyor... http://www.sonsayfa.com/ haber sitesindeki yazılarını özellikle. Bülent Ersoy'un askerlik konusundaki aylarca süren tartışmalarına tam da hissettiğim düşündüğüm gibi bir yazı döşenmiş kendisi, pek de şahane olmuş üstelik. Okurken bir tuhaf duygulandım.
Mesela bir başka yazısı var ki; muhteşem!
Hele de benim gibi etnik ve dini ayrımcılığa şiddetle karşı çıkan biri için tam anlamıyla dört dörtlük bir yazı. Yazının içeriğinden apardığım şu paragrafları buraya koymayı görev adlediyorum insanlığı bilinçlendirmek adına;

"... ayılıp bayılsanız, orta yerinizden ikiye ayrılsanız, memleketin doğu kapıları Kürtçe'ye kesmiş, âşıklar birbirine "Ez ji te hezdikim!" diye ilan-ı aşk ederken, siz aşksızlıktan kör olmuş gözleriniz ve esasen kendi dilinizi bile doğru dürüst kıvıramadığınızın farkında olmamanızın verdiği aymazlıkla ter ter tepinin!
... aşk anarşist bir eylemdir. İhtilal yaptırır gönülde. Diline duyduğun aşk ile yârine duyduğun aşk birbirinden ayrılmaz. Gün gelir ezer geçersin dağları, yırtarsın denizleri maşukun koynunda bir gece uyumak, gonca leblerinde sabahlamak için... "

Hadi sizi araştırma yaptırarak yormayayım, eminim daha mühim işleriniz vardır şu hayatta, tuhaf koşuşturmalarınızda... Bir yazısından daha örnek vereyim;

"...yok Mayda öyle değil Sarı Gelinim... O gün sen notunu öğrenmek için ayağa kalktığında sıfırı yiyip yerine otururken, "Öğretmenim ne yaptın sen? O bir Ermeni, milletini mi kötüleyecekti? Sen niye bize boktan ödevler verip de bizim kafamıza nefret pompalıyorsun? Ödevimi geri ver, bana da sıfır" demediğim için ben kakayım... Ben kakayım... Affet beni Mayda, affet Sarı Gelinim... "

Yukarıdaki satırları "Ermenilerden özür dilemeli miyiz?" sorunsalı kapsamında kaleme almış sevgili Nur Banu, yine yüreğinden kopanları cesurca ve dürüstçe yazmış... Benim gözlerim doldu okurken...

İşte bugun tüm bunları okuyunca noktasına ve virgülüne kadar benimle bir çok (çok çok) konuda hem fikir olduğunu hayretler içerisinde kalarak gördüm. Abartmıyorum, gerçekten böyle düşündüm.
Ben yıllardır çok temel mevzularda kendimi en yakınlarıma bile ifade edememekten şikayet ederken, ilk kez birinin (üstelik hiç tanımadığım, sohbet etmediğim birinin) bu denli benim düşüncelerimi ifade ettiğine tanık oldum. Bu beni heyecanlandırdı ve geleceğe dair umutlandırdı... Demek ki insan hayatta en anlaşılmaz kaldığı zamanlarda bile aslında dünya üzerinde onunla aynı dili konuşan birinin varlığından er ya da geç haberdar olabiliyor, buna
sevinebiliyormuş dedim kendi kendime...
Bugün hayata dair umutlarımı tekrar yeşerttiği için, aynı dili konuşup aynı pencereden aynı hayata baktığımızı hissettirdiği için minnet doluyum Nur Banu Molla'ya...
Sizlerden ricam bu satırlarıma önem verip, kendisini fırsat buldukça takip edin... Sizi hayat denen karmaşanın içinden çekip çok güzel yerlere götüreceğine yürekten kefilim...

Aydan

9 Temmuz 2009 Perşembe

Greenpeace Non-Stop !

Santrallerin bacalarına tırmanan Greenpeace eylemcileri, G8 zirvesi için İtalya’da bulunan liderleri Kopenhag İklim Zirvesi öncesinde harekete geçmeye çağırdı. Eylemciler arasında Türkiye’den de 6 kişi bulunuyor. Türk eylemciler şu anda Porte Tolle’deki termik santralin bacasında eyleme devam ediyorlar.


Dünyanın en güçlü ülkelerinin liderleri İtalya’da bir araya gelirken 100’den fazla Greenpeace eylemcisi ülkenin dört kömürlü termik santralini bloke etti. Eylemciler, G8 ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarına iklim değişikliği konusunda liderlik yapmaları çağrısında bulundu.
Kısa bir süre önce L’Aquila’da yaşanan deprem, doğal felaketlerin gücü ve verebileceği hasarı gösteren önemli bir örnek olarak hala hafızalarımızda. Bu deprem önlenemedi ama iklim değişikliğini önlemek mümkün.
Bu nedenle altı Türk Greenpeace eylemcisi İtalya’da G8’e katılacak dünya liderlerine bir mesaj verdi: Bu duruma müdahale edin ve 2009 Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak BM İklim Toplantısı’nda dünyaya kurtaracak bir anlaşmaya varılması için çaba gösterin!
Kopenhag, iklim felaketine dur diyebilmek için son fırsat
İklim değişikliği insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en büyük felaket. Küresel ısınmanın iki derecelik kritik sınırı geçmesi gezegenimizi dönüşü olmayan bir noktaya sürüklüyor. Halen Kuzey kutbu ve Antarktika’daki buzul kayıpları, bilimsel araştırmaların öngördüğü en kötü senaryoların bile ötesine geçmiş durumda. Seller ya da kuraklık nedeniyle toprak kayıpları artıyor, insanlar yaşadıkları topraklardan göçmek zorunda kalıyor. Bu felaketi önlemek ancak kalıcı bir çözümün üretilmesi ile mümkün. Bu çözümün önündeki en büyük engel ise gelişmiş ülkelerin bu konuda yeterince istekli davranmaması.
Kopenhag’ta yapılacak Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne beş ay kaldı. Bu beş ay içinde, G8 ülkelerinin liderlerinin alacağı kararlar, dünyayı iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden kurtarabilir.
Karşı karşıya olduğumuz felaketi önlemek için öncelikle gelişmiş ülkelerin karbon salımlarını önümüzdeki on yıl içinde, 1990 seviyesine göre %40 oranında azaltmak zorunda. 2050 yılına gelindiğinde ise bu oran sıfır seviyesine inmiş olmalı. Ancak durum o kadar kötü ki bu önlemler bile tek başına yeterli olmayacak. Gelişmekte olan ülkelerin karbonsuz ekonomiye geçişleri ve tropikal ormanların korunması için yıllık 140 milyar dolarlık bir fonun gelişmiş ülkeler tarafından sağlanması gerekiyor. Her yıl savunma harcamalarına ayrılan para, bu miktarın on katı. Dünyadaki vahşi tüketim karşısında esas savunulması gereken yerkürenin kendisi. Bu nedenle dünya liderleri bu konuda sorumluluk almalı ve iklimi kurtarmak için gerekli fonları oluşturmalı.
Çözümün bir parçası olmak için Türkiye’nin yapması gerekenler
Türkiye ise artık sorumluluklarını yerine getirmek zorunda. Türkiye’nin karbon salımı 1990 seviyesine göre %119 oranında artış gösterdi. Buna rağmen hala 47 tane kömürlü termik santral yapılması planlanıyor. Eğer enerji politikaları böyle devam ederse Türkiye, 2020 yılında Avrupa’nın en çok kirleten ülkesi olacak.
Bu nedenle artık Türk hükümeti acil adımlar atmalı, kalkınma hakkını koruyarak ve var olan kapasitesini kullanarak sorumluluklarını yerine getirmelidir. Bunun ilk adımı da salım azaltımı için kendine bir hedef belirlemek olacaktır.
Aralık ayında Kopenhag’da yapılacak iklim zirvesinde Türkiye’yi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan temsil etmeli ve iklimi kurtaracak bir anlaşmanın oluşturulması için sorumluluk paylaşarak liderlik örneği göstermelidir.
Bunun yanı sıra Kopenhag’da oluşturulacak anlaşmada, Türkiye Ek-1 ülkesi olmaya devam etmelidir. Bu gruptaki ülkelerin 2020 yılına kadar hedefi %40’lık salım azaltımı sağlamaktır. Türkiye de bu hedeften hakça ve sürdürülebilir bir çerçevede kendi payına düşen salım azaltımını gerçekleştirmeli ve bunun için öncelikle ve acilen kurulması planlanan 47 kömürlü termik santralinden hemen vazgeçmelidir.
Türkiye, sorun yaratan bir ülke olmaktan çok çözümün bir parçası olmak için çaba göstermeli, uluslararası işbirliğine gitmeli ve çevre konusunda, denge siyaseti yerine güçlü liderlik politikasını benimsemelidir.


Kaynak : greenpeace.org/turkey


Aydan

8 Temmuz 2009 Çarşamba

20. Most Açıkhava Konserleri


Yıllardır müzikseverlere keyifli anlar yaşatan Most Açıkhava Konserleri, bu sene de müziğin başarılı isimlerini dinleyicilerle buluşturuyor. 16 Temmuz 2009 tarihinde Candan Erçetin ile start alacak olan konserler dizisi 17 Ağustos 2009’da sona erecek...


Etkinlik takvimi ise şöyle:

16-17-18 Temmuz Candan Erçetin

21-22-24-25 Temmuz Sezen Aksu ve Arkadaşları

23 Temmuz Erol Evgin

15 Ağustos Nilüfer

17 Ağustos Goran Breqoviç

Biletler Biletix'de satışa sunuldu.

MİLLİ MÜCADELE..!

Geçen hafta milli mücadele vardı sahalarda. Gerçi bu mücadeleden toplam 30-35 kişinin haberi vardı. Yanlış anlamayın milli mücadele derken uluslar arası profesyonel bir maçtan söz etmiyorum. Bizim gibi her yıl gaza gelinip halı saha maçı yapan, bütün bir yıl boyunca önüne geleni yiyip, göbekleri şişiren, kimisinde alkol, kimisinde sigara; saha alındıktan sonra yaklaşık 6-7 gün öncesinden sigara bırakma, sağlıklı yaşama, diet yemekler, kondisyon yükleme gibi geyikleri çeviren, 30 yaşa yakın ve 30 yaş üstü adamları milli mücadelesi.




Yılda birkaç kez bu tür maçlar yapıldığından oyuncular psikolojik olarak bu tür karşılaşmalara tam konsantre olurlar, fakat vücudlar? Akılın düşündüğüne cevap veremeyen vücud, dönmeyen beller, güçsüz kalan bacaklar daha maçın ilk dakikalarında sinyal gönderir beyine “beni değiştir” diye…
Halbuki taktik ve streji uzmanı olan (ki bu uzmanlık alanı Championship Manager`den ve Pro Evolution Soccer`dan gelmedir) adamların maç öncesi yaptığı taktikler akıllıcadır. Sanırsın Barcelona-Real Madrid maçı. Taktik o derece iyi yani…

Ve maç başlar…

00 – 10 dakika : Gayet iyi tempo ve ayağa direk paslar
10 – 20 dadika : Maç kafa kafaya gidiyor ama rakip üstünlüğü yavaş yavaş ele geçiriyor
20 – 30 dakika : Maçın kontrolü tamamen rakipte, ilk dalak şişmesinin, nefes kesilmenin olduğu anlar

İlk yarı biter, saha kenarında duran küçük şişe sular lıkır lıkır içilir, hafif soluklanılır.
Taktik tekrar gözden geçirilir (olm niye yerinde durmuyorsun, geri gelsenize, hiç pas atmıyorsun, her ayağına aldığın topu kaleye vurma vs.)

Ve ikinci yarı başlar…

30 – 35 dadika : Düzen fena değil, takımda bir toparlanma var
35 – 40 dakika : Eyvah dalaklar yine şişti! (Maçtan önce yorulan defansa geçsin dendiğinden tüm takım defansta)
40 – 50 dakika : Maç iyice koptu, rakip dalgasını geçiyor. Biz ise iki pas yapamıyoruz.
50 – 60 dakika : Maçtan ümidini kesen herkez ileri çıkmış, beleşe bekleyip birkaç gol atarım düşüncesinde ama geriden top çıkartan kimse yok.

Ve maç bitti…

Maç kaç kaç derseniz inanın kimse bilmiyor. Ama tahminimce 10 gol fark yemişizdir.
Geriye kalan ise; yorgun bacaklar, sıkışan ciğerler, ağrıyan başlar…
Temenni: Birkaç hafta sonra daha güçlü olacağız, takımımız daha yeni, bu maçı unutup önümüzdeki maçlara bakacağız, bu takıma birkaç takviye yaptık mı, bizi kimse tutamaz…


Cenk

7 Temmuz 2009 Salı

Büyüdük be Michael...

Sevgili dostum Cenk Michael için bir şeyler yazmış dün, benim de yazdığımı bilmeden. İkimizin de bu kayıptan aynı oranda etkilenmiş olmamız çok doğal. Aynı kuşağın çocuklarıyız neticede.
Benim söyleyeceklerimi zaten Cenk yazdığı için aşağıda ben öyle uzun uzadıya ayrıntıya girmeyeceğim.

Dün Michael e düzenlenen veda gecesini izlerken düşündüm, anlamaya çalıştım bazı şeyleri...

Neverland... bildiğimiz hani Peter Pan in ülkesi, Neverland i büyük paralar harcayıp hayatının en zirve döneminde inşaa ettiriyor olması MJ ın içindeki çocuğun hiç büyümediğinin göstergesi değil mi? dedim kendi kendime. Eğer Neverland i ömrünün son zamanlarına yakın ya da kariyerinin sonlarına doğru inşaa ettirseydi belki insan "doydu artık paraya pula, şöhrete, napacağını şaşırdı böyle birşey yapıp servetini har vurup harman savuruyor" diye düşünürdü.
Ama öyle yapmadı Michael, neredeyse ilk kazandığı birikimleri ile bu güzel ülkeyi yarattı kendisine, bunu çocuklarla paylaşmak istedi gayet doğal olarak... Çünkü Michael de çocuktu...
Çocuk sahibi olmak için her imkanı zorlayan, 1 değil üstelik 3 evlada hem kardeş hem baba olmayı başaran Michael in aslında o çocukları evcilik oynamak için değil, onlarla büyümek istediği için bu kadar arzuladığını,MJ ın ruhundaki büyümeyen çocuğu her tavrından anlamak mümkünken, bırakın tavrını sesinin tınısından, şarkılarından, şarkıları yorumlayışından, kliplerinden anlamak mümkünken böyle bir adamın cinsel istismarcı, tacizci olduğuna bütün dünya nasıl ikna edildi? İşte bu noktada medya denen şeyin lanet olası gücünü bir kez daha görmüş ve anlamış olduk diye düşünüyorum...
Bütün bunlar bir yana, diyelim ki bütün dünya haklı, ben ve benim gibi düşünen azınlık haksız, evet Michael da tacizci diyelim, peki böyle olsa dahi ne farkeder ki? biz bir türlü öğrenemedik sanatçıları "sanatçı" kimliği ile kabullenmeyi, yaptıkları işle değerlendirmeyi... öğrenemedik öğrenemeyeceğiz de. Sanatçılara yalnızca eserleri ile değer verip ona göre takdir etmeyi hiç bir zaman bu insanlık öğrenemeyecek.

Bırakın MJ ın hayranlarını ya da bunu öğrenemeyen dünya halklarını bir yana, adamın kendi ailesi bile onu anlayamamıştı öldüğü güne kadar, bundan duydukları pişmanlık dün sarfettikleri her kelimeden açıkça anlaşılıyordu...
Gördük ki dün bir kez daha, insana yeri geliyor dostları ailesinden daha yakın oluyor, dostları ailesinden daha iyi anlıyor, Broke Shields, Diana Ross ve Usher bunun en büyük kanıtıydı...

Benim için Michael bir devrin başlangıcıydı şimdi ise o devrin sonu oldu ölümüyle...
MJ ın hiç bir zaman hayranı, fanı olmadım. Bildiğim şarkıları iki elimin parmaklarını geçmez, ama şu gerçeği hiç bir zaman inkar edemem; Michael popun kralıydı, çocukluğumuzun idolüydü, bizim dönemimizin parıldayan yıldızıydı, TR de albümlerini çatır çatır sattıran bir sanatçıydı...

İçimde bir şey sızladı dün gece
Paris'in gözyaşları benim yanaklarımdan süzülürken...
Anladım ki;
İkimiz de büyüdük, dün gece Michael'i sonsuzluğa uğurlarken...

Aydan

MICHAEL JACKSON

Bundan yıllar önce; sanırım 1987 yılında, ben 8 yaşında iken daha kaset ve kasetçaların ne olduğunu yeni yeni anladığım zamanlarda (bakmayın şimdi 8-10 yaşındaki çocukların bilmediği şey yok) ileri görüşlü ve bana her daim hayatımda rehber olan sevgili abim bir albüm aldı eve. Sanırım abimin ilk para verip aldığı bir albümdü. İşte ilk o zaman tanıştım Michael Jackson`la.





BAD albümü benim için yabancı müzik adına ilk severek dinlediğim ve biraz olsun anlamaya çalıştığım bir albümdü. İnanın kliplerini izleyip o yaşamıza rağmen saçma sapanda olsa break dans yapmaya çalışıyorduk çocukluk arkadaşlarımla. Hatta bundan birkaç ay önce, ilkokulda beraber okuduğumuz sınıf arkadaşlarımla toplandığımızda bir arkadaşım (Erdem) bana “sen eskiden break dans yapardın” dedi. İşte yapmaya çalıştığımız break dans, figürler, moonwalk, asi tavırlar hep bize Michael`den bir hatıra.

Yıllarca takip ettik Michael`i, albümleri, klipleri, filmi, hatta çizgi filmi bile vardı. Smooth Criminal şarkısının ardından çektiği film için sinemaya koşmuştuk. Daha sonra evde televizyon başında çizgi filmini izlerdik.

Her ne kadar müziği ile anılsada, sansasyonları da hiç bitmedi. Hakkında çok söylenti çıktı. Beyazlaşmak, makyaj, estetik neyse de çocuk tacizi olayı ise beni çok üzmüştü. Michael`in böyle bir şey yaptığı asla düşünmedim, beni üzen Michael`in bunlarla muhattap olmasıydı. Çünkü ben hiçbir zaman bu iddalara inanmadım. Aslında şimdi ne kadar haklı olduğumu anlıyorum inanmamakla. Gerçekten Michael beyaz mı olmak istiyordu yoksa Dr.Gökhan Okan`ın dediği gibi (bir televizyonun anahaber bülteninde) cilt hastasıydı ve bu hastalık sonucu gün geçtikçe teni beyazlışıyor muydu?

Medya ölmüş bir insanın üzerinden bile hergün yeni bir gündem yaratıyor. Gerçi medyanın dirisine saygısı olmadı ki ölüsüne saygı göstersin. Tabi tüm medyayı suçlamıyorum, bazı televizyon ve radyo kanalları Micheal`in ölümüne saygı göstererek onu müziği ile andı. Ve anılmaya da devam edecek.

Nasılki bizden önceki jenerasyonların gönlünde her zaman bir Beatles veya Elvis varsa, biz 80 kuşağının ise her zaman gönlünde bir Michael Jackson olacak.

Bugün ölmüş olsanda, biz seni müziğinle yaşatacağız…
Cenk

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Neden?

Bu blogda bir noktadan iki kalem geçiyor, iki ayrı yürek, iki farklı bakış açısı.

Aklımızdan geçenleri paylaşmak istedik okuyucuyla, birikimlerimizi kendimize saklamayıp aktarmak, gündeme damgasını vuranları, gözlerden kaçanları, yazılı, görsel ve işitsel medyada yeralan haberleri ya da kendi ürettiklerimizden yola çıkıp burada anlatmak istediklerimizi alt alta sıraladık bir blogda.

Blog demişken; sahi ne kadar şey anlatılabilir ki bir blogda?

Ya da elimize bir şey mi geçecek sonunda?

Sesimizi birilerine mi duyurabileceğiz?

Ne umuyoruz?

Bunların cevaplarına dair hiçbir beklentilerimiz olmadan başladık yazmaya, bu soruların cevaplarını biliyor da değiliz. Bizim son sorumuzla iniltili bir cevabımız var kendimizce, ne umduğumuzu bilmesek dahi ne bulacağımızı merak ediyoruz asıl…
Okur kitlemizi, beğenilerimizi, eleştirilecek satırlarımızı merak ediyoruz.
Ki tüm bunlar kaygımız değil, sadece heyecanımız…

Demiştik ya hani, biz iki düş kaçkını, çocukluk arkadaşıyız diye, şimdi bir de “tarafımızdan” olan bir blogun “rastgele” iki yazarıyız…